DEMİR ATTIM YALNIZLIĞA
09.09.1982
Pazar… Sıkıcı ve bir o kadar da bunaltıcı bir eylül sabahı… Bugün karım
Müberra’yı ve iki yavrumu kaybetmemin 10. yılı. Hava, o günkü gibi kapalı ve
kasvetli. Henüz eylülün başları olmasına rağmen rüzgârlı hava şehri esir almış
durumda. Kaloriferden dolayı biraz grileşmiş aslında kirlenmiş tül perdeyi
aralıyorum. Sabahın ilk saatleri. Tüm dükkânlar pazar olmasına rağmen erkenden
açılmış. Üzerinde rengi atmış mavi bir önlük bulunan bakkal çırağı, dışarıya
bir şeyler taşıyor. Kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle yapıyor tüm bunları.
Köşedeki çorbacının önünde bekleyen birkaç kişi, etrafı anlamsızca seyrediyor. Az ötede- Cihan Eczanesi’nin önünde- dolmuş
durağında yaşlı bir adamla küçük bir kız çocuğu… Tavırlarından bir sabırsızlık
içerisinde oldukları anlaşılıyor. Çocuğun sarı saçlarında kırmızı bir kurdele
var. Adamın kambur sırtı, bir vadide yükselen çorak bir tepeyi andırıyor.
Yorgun bedenini bir o yana bir bu yana taşımaya çalışırken uzaklarda bir
yerlere dalmış.
Belki de pazar olduğundan şehre bir
sessizlik hakim. Rüzgâr uğultuları çatıların boşluklarından geçerek garip bir
melodi oluşturuyor. Çöp tenekesinin yanında dünden kalan çöpler birikmiş. Sokak
köpekleri, çöpten nasiplerini aramanın peşinde. Karşı binaları seyrediyorum,
kimse henüz perdeleri aralamamış. Dilimde bir şiirden küçük kırıntılar:
Gitme, sonbahar oluyorum,
sonrası hiç
Ağaçlar bükmesinler n’olursun boyunlarını
Neden akşam oluyorum tren kalkınca
Kırlangıçlar birdenbire çekip gidince
Ağaçlar bükmesinler n’olursun boyunlarını
Neden akşam oluyorum tren kalkınca
Kırlangıçlar birdenbire çekip gidince
Evet,
kırlangıçlar… Onların da şehri terk edişleri başladı. O ilkbahar sabahı şen
cıvıltılarıyla uyandığım, hemen koşup pencereden doyasıya izlediğim
kırlangıçlar da artık yok. İçlerinden dost olduklarım bile vardı. Her sabah
penceremin önüne konup bana yeni günün aydınlık kapısını aralayan sevgili
dostlarım şimdilerde kim bilir nerededir? Hangi sıcak iklim için olanca gücüyle
kanat çırpmaktadırlar? Galiba bugün yine duygusallığım üstümde. Yıllar var ki
her pazara aynı duygusallıkla uyanıyorum. Bu süre zarfında hem kendimden hem de
insanlardan uzaklaştım. Gök gürültüsünden ve yıldırımdan korkup kanepenin
altına saklanan bir çocuk edasıyla iyiden iyiye kendi kabuğuma çekildim. Bu
şehir bana yabancılaştı, ben bu şehre
yabancılaştım. Aslına bakılırsa insanlar da artık iyiden iyiye birbirlerinden
kopmaya başladı. Şairin dediği gibi gittikçe artıyor yalnızlığımız. Bana bütün
bunları düşündüren bir sonbahar sabahı mıydı, bilemiyorum. Böyle havalarda garipliğimi ve çaresizliğimi
iyice hissederim. Nefesim gırtlağımda bir demir yığınına dönüşür, kalbim
çaresizliğin verdiği acıyla küt küt atmaya başlar.
Yazı
masamın başına geçip bir şeyler karalamak belki beni biraz rahatlatır ama bugün
nedense hiçbir şey yapmak gelmiyor içimden. Oysaki yazmak, benim için kendimle
konuşmanın en kestirme yolu. Yaşadığım o talihsiz travmadan sonra kendimi
kendime hapsettim. Yazmak acılarımı bir nebze de olsa dindirdi. Ne yazdığımı,
niçin yazdığımı ve nasıl yazdığımı önemsemeden saatlerce yazdığım oldu.
Evde yalnızlıktan boğulduğum anlarda kendimi
sokaklara attım. Topluluklar içerisinde koca bir dağı sırtlamış olmanın verdiği
elemle saatlerce dolaştım. Attığım her
adım, aldığım her nefes kaygılıydı. Yalnızlığımı dindirmedi kaçıp kaçıp
kalabalıklar arsında kendimi kaybedişim. Kalabalık uğultular arasında kendi
kendimi dinlemeye çalıştım. İnsanların garip bakışları arasında nereye
gittiğimi bilmeden saatlerce dolaştığım çok oldu. Dümeni bozuk eski bir gemi
gibi nereye yol aldığımı bilmeden zamanı tüketmek hiç de kolay değildi. Galiba
zamansız oldu her şey. Zamansız indi rengarenk çiçeklerle süslü bahçeme
sonbahar. Güllerimi dolu dövdü zamansız, sessizliğe zamansız mahkûm edildim.
Sonra zamansızdı tüm gidişler, ayrılıklar, kırgınlıklar.
Sokaklar,
biraz hareketlenmeye başladı ama rüzgâr hâlâ sabahki hırçınlığıyla esmeye devam ediyor. Kareli yeşil muşambayla kaplı yemek masamda
akşamdan kalma bir şeyler duruyor. Kalktım bir şeyler arıyormuşçasına evin
içinde bir süre dolaştım. Düzenli ve titiz bir yapıya sahip olmama rağmen bu
sabah evde hiçbir şeye dokunmak istemiyorum. On yıl önceki matemi ilk günkü
acısıyla yeniden yaşamak istiyorum galiba. Evin her tarafında Müberra’nın ve
dünya tatlısı iki yavrumuzun hatırası var. Geçmişimize ve güzel günlerimize ait
kimisi siyah beyaz; kimisi renkli birçok
fotoğraf, komodinin gözünde saklı duruyor. Hepsinde anıların sisli sayfalarından küçük kırıntılar
saklı. Fotoğraflara bakmaya cesaret edemiyor, bu yüzden komodinden uzak durmaya
çabalıyorum. Çatıları döven rüzgâr,
uğultusunu ve şiddetini artırıyor ve hava iyiden iyiye kapanıyor. Balık burcu
olduğumdan böyle havalar, içimde garip bir hüzün yumağına dönüşüyor. Ritmik
adımlarla oturma odasına doğru yöneldim.
Meğer etraf ne kadar da dağınıkmış. Şöyle bir ortalığı toparlasam, koltukların
yastıklarına şekil versem, sonra bir yemek masası hazırlasam diye içimden
geçirdim. Gel gör ki bütün bunları yapacak istek ve güç bende yoktu.
İçimdeki
karanlıklardan korkan ürkek bir
çocuk, kendini saklayacak bir yer arıyor
adeta. Bugün bu koca eve de sığmıyorum. Oysaki Müberra, evimizin dört odalı 180
metrekarelik bir ev olmasından hep övgüyle söz ederdi tanıdıklara. Ne
hayallerle almıştık bu evi, bu evde neler hayal etmiştik kim bilir. Oğlumuz
Yasin ve yeşil gözlü kızımız
Yasemin bu evde doğmuştu. Bu ev, bizim için yeni bir hayatın ve yaşamayı
hayal ettiğimiz mutlu günlerin başlangıcı olacaktı. Evi aldığımızın ikinci
haftası bir Mevlit okutmuş ve bütün komşuları evimize davet etmiştik. Müberra o
gün boydan bir bordo elbise giymişti ve kıpır
kıpırdı. Davetliler arasında koşturup
duruyordu. Heyecanlanmakta da haksız sayılmazdı. Onca yıldan sonra borca girip
mutluluğa kapı aralayacak bir ev almıştık. Kimi zaman evimizin caddeye bakan
balkonunda Meberra ile oturur, Müberra’nın yaptığı tadına doyum olmaz
kurabiyeler eşliğinde tavşan kanı çayımızı yudumlardık. Gözlerinin içine
bakarak Yavuz Bülent Bakiler’den, Abdurrahim Karakoç’tan, Necip Fazıldan
şiirler okurdum. En çok da Yavuz Bülent Bakiler’in şu dizelerini severdi:
“Huzur ellerinin güzelliğidir
Gözlerin karşımda mutluluk denizi
Her sabah soframızda ekmeğimizi
Sen bölsen yeter”
Gözlerin karşımda mutluluk denizi
Her sabah soframızda ekmeğimizi
Sen bölsen yeter”
Ah Müberra, ah!
Şimdi yanımda olsaydın da sana senin kadar güzel şiirler okusaydım. Sanki ne vardı bu kadar erken veda edecek?
Vedalar çok hüzünlü olur bilirsin, her ayrılık özünde bir kavuşmanın anahtarını
taşısa da bilirim bir daha da bu hazzı yaşayamayacağım. Beklenen kim kaldı ki zaten … Şimdi siz beni bekleyin emi. Size dönüşüm sessizce olmalı. Koca bir
geminin bir gece yarısı bilinmeyen bir limandan usulca demir alışı gibi sessizce
bu âlemden ebedi âleme sefere çıkmalıyım. Bu an; ben namazdayken, Yaradan’ın
huzurundayken olmalı. Dualarla, tekbirlerle buluşmalıyız orada. Ben sizleri
buradan uğurlamıştım ama şimdi siz beni orada karşılayacaksınız. Keşke ebedi âleme yolculuğumuz beraber olsaydı da beni bu uzun ince yolun
sonunda yalnız bırakmasaydınız.
Mutluluğumuzu yarım bırakan, seni ve sevgili yavrularımızı benden
koparan o korkunç kazayı daha dün gibi hatırlıyorum. Ankara’dan Kars’a
dönmek için öğleye doğru yola çıkmıştık.
Yine bir sonbahar günüydü, ağaçlar yeşil elbiselerini çıkarmış, tülden sarı bir giysi giymişti. Sen, yine
gördüğün her güzelliği ölümsüzleştirmek için fotoğraf makinenle meşguldün.
Yasemin ve Yasin arka koltukta oturmuştu, mutluluklarına diyecek yoktu onların.
Yasemin’in güneş yanığı saçlarında
kırmızı bir toka vardı. Etrafı seyretmekle meşgul olan Yasin, bazen gözünden
dökülen uykuya yenik düşse de Yasemin,
kardeşini “ Yasin, şu çalıların üstündeki
kuşları gördün mü? Aaa! Karşı yamaçtaki
kayalıklara baksana.” gibi cümlelerle rahat bırakmıyordu. Güzel başlayan
yolculuğumuzun Erzurum’u geçtikten sonra bir faciayla noktalanacağını bilmeden
saatlerce yol aldık. İyiden iyiye
yorulmuştum, saat 23.00 civarıydı. Beni sarıp sarmalayan uykudan gözümü
açtığımda bir hastane odasındaydım ve neden burada olduğumu bilmiyordum.
Müberra, Yasin, Yasemin diye olanca sesimle bağırmak istedim ama ne sesim
çıkıyordu ne de bağıracak gücüm vardı. Gerçeklerle yüzleşmem aylar sonra oldu
ve o gün bu gündür yapayalnızım bu hayatta.
Hatırlar mısın sevdiğin bir şarkı vardı içinde
vuslat olan? Vuslata beş kala diye mırıldanırdın yemek yaparken. Yasin’le
Yasemin’in koşuşturmalarına aldırmadan hem yemek yapar hem de sanki başka bir
âlemde yaşıyormuşçasına şarkını söylemeye devam ederdin. Akşam saatlerinde
yaşanırdı tüm bunlar. Elimde ekmek poşeti ve siyah deri çantam… Bir de
çocuklara aldığım renkli şekerler olurdu cebimde. Yorgun bedenimi kadife kaplı koltuklara
atmadan Yasin kucağıma atlardı. Dur,
oğlum çok yorgunum, dememe fırsat bile vermezdi. Yasemin, daha insaflıydı
Yasin’e göre. En azından poşetleri yere bırakmamı bekler, çocuksu bakışlarına
yorgun bakışlarıma sabitler, yürekten öyle bir “baba” derdi ki ciğerimin birkaç yerinden parçalandığını sanırdım. Müberra sevecen bir tavırla: “Ama çocuklar, ne yapsınlar Müfit, seni çok
özlüyorlar.” derdi. Haklıydı da. Haftanın yedi günü
çalışır, tatil nedir bilmezdim. Şehrin en köklü dershanelerinin birinde
yüklü bir maaşla çalışan bir matematik öğretmeni olarak iyi de bir isim
yapmıştım. Pazartesi günleri dershaneye gitmezdim ama o gün de özel öğrencilerim
olurdu. Onlarla ilgileneyim derken evimi, eşimi ve çok sevdiğim çocuklarımı
ihmal ederdim. Tüm bu koşuşturmaya rağmen küçük mutlulukları paylaşmanın
hazzını yaşadığımız güzel bir aile yaşantımız vardı. O yıllarda bu köhne şehir, daha bir güzel ve alımlıydı
sanki ya da bize öyle geliyordu. Çarşıya tek dolmuş mesafesindeki evimizden önemli
bir toplantıya yetişecek kadar önemli bir işadamı edasıyla çıkar, Kazımpaşa’nın
kalabalıkları arasında kendimizi bulurduk.
Kazımpaşa’nın sonuna geldiğimizde
ay yıldızlı şanlı bayrağımızla süslenmiş
Kars Kalesi tüm heybetiyle adeta bizi selamlardı. Kars Kalesi’den şehri
seyretmek, Müberra’nın en büyük eğlencelerindendi. Bu tarifsiz gezilerde Yasin
ve Yasemin de yanımızda olurdu. Onları kontrol etmekten kaleyi gezmeye fırsat
bulamasam da halimden hiç şikâyetçi değildim.
Babası gibi futbola meraklı olan oğlum oracıkta futbol oynamak için
diretir, Yasemin dondurma diye tutturur, Müberra ise şehri tepeden gören bu
eşsiz yapıdan bir fotoğraf sanatçısı edasıyla tüm şehri kare kare fotoğraflamak
isterdi. “Güzellikleri fotoğraflayacağım
diye aslında güzellikleri yaşamayı unutuyorsun.” diye Müberra’ya
takılırdım. O, ise şekeri elinden alınmak istenen bir çocuk telaşıyla fotoğraf
makinesine sıkı sıkı sarılır: “Sen de sanattan
hiç anlamıyorsun Müfit!” diyerek tebessüm ederdi.
Gözleri
çok güzeldi Müberra’nın. Gülünce gözlerinin içi gülüyordu sanki. Kimi zaman
alıngan kimi zaman çocuksu tavırları vardı Müberra’nın. Olmadık yerde
alınganlığı tutar ya da olmadık şeylerden kendine küçük mutluluklar çıkarırdı.
Eve geç geldiğim günler olurdu bazen. Kimseyi rahatsız etmeden kapıyı usulca açardım,
içeri girdiğimde Müberra’yı sofranın başında beni bekler halde bulurdum. Bu
yoğun tempolu çalışmamdan duyduğu rahatsızlığı bakışlarıyla anlatmaya çalışırdı
bana. O bana saat kaç, nerde kaldın
demeden ben başlardım dersimin neden uzun sürdüğünü anlatmaya. Çocuklar yatmış
olurdu o saatlerde. Müberra’nın pamuksu ellerini elime alır, çimen yeşili gözlerine
bakarak “Her şey sizin için.” derdim.
Müberra’nın buna aldırdığı yoktu sanki. O beni erkenden evde, çocuklarının
başında isterdi.
Hayatıma
anlam katan ve bana iki çocuk vererek dünyanın mutluluğunu yaşatan Müberra’yı
çok sevmiştim. Lisede başlayan arkadaşlığımız üniversite yıllarında da devam
etmişti. O yıllarda sıkça dinlediğimiz ve bu şarkı bizim şarkımız olsun
dediğimiz duygusal bir şarkı belirlemiştik: Demir Attım Yalnızlığa. Ne zaman
bir araya gelsek Müberra kısık bir sesle bu şarkıyı mırıldanarak uzaklara bir
yerlere dalıp giderdi. Onu sürüklendiği o hayal aleminden koparmadan ve ona
hissettirmeden o anın tarifsiz mutluluğunu yaşamaya çalışırdım. Gözlerinde
sebebini kendisinin de bilmediği garip bir hüzün olurdu hep. Hüzün, kimi zaman
bakışlarında donan bir çiy tanesi oluverirdi. Siyah saçlarından bir rüzgar
usulca geçerdi ve ağlamaklı olurdum ben. Şehir susardı, insanlar bir yerlere
kaçardı ve gittiğimiz o çay bahçelerinde yapayalnız kalırdık sanki. Nedensiz
bir hüznü bölüşmenin ağırlığıyla evlerimize dönerdik.
Bitmeyecek
sandığım ve bir göz açıp kapayıncaya kadar biten üniversite hayatımdan sonra
Müberra ile evlenmiştik. Gelinlik çok yakışmıştı Müberra’ya. Başındaki ay
yıldızlı taçla beyaz bir güvercindi adeta. Tek oyuna çıkalım diye tutturmuştu o
gün. Hayatımda tek oyun oynamadığımdan Müberra’nın ısrarına rağmen sahneye
çıkmamıştım. Davetliler gözlerini alamıyordu Müberra’dan. Dayımlar, teyzemler,
amcalarım ve çocukluk arkadaşlarımın hepsi bu mutlu günümüzde bizimle
beraberlerdi. Babam ve annem, misafirleri karşılamanın telaşıyla ortada dönüp
duruyorlardı. Müberra’nın küçük kız kardeşi, onun kaybetmenin korkusuyla
yanımızdan bir an olsun ayrılmıyordu. Mutluluğun zirvesine çıkmış, buğulu bir
aynadan geçmiş günleri izliyorduk sanki. Küçük kavgalarımız, kaçamaklarımız,
sebepsiz ayrılıklarımız hep geride kalmıştı. Şimdi üzerine sisten bir örtü
çekilen o mazi kırıntılarını buğulu gözlerle anımsıyorum. Bu duygusal
atmosferden kendimi bir an evvel uzaklaştırmalıyım. Hem geçmişe saplanıp
kalmayla elime ne geçecek sanki? Siz, kendi kendinizi tüketseniz de hayat
olanca hızıyla kendi seyrinde devam ediyor. Bunları söyleyen ben miyim? Oysaki
geride bıraktıklarımın hatıraları yüreğimde hâlâ kor halinde durmakta. Yangın
yerine dönmüş yüreğim tarifsiz acılardan sonra bile hiç nasırlaşmadı. Hep
kırılganlığını, yumuşaklığını hassaslığını korudu.
Sabahki
rüzgarın da etkisiyle gökyüzünü gri
bulutlar kaplamaya başladı. Sokaklar iyiden iyiye tenhalaştı. Koca evde bir
başına yaşamanın verdiği bıkkınlıkla pencereye yöneliyorum. Issızlığa bürünen
sokaklarda tanıdık yüzler arıyorum. Karşı kaldırımda duran kırçıl sakallı
ayakkabı boyacısı, boya sandığını
toplama telaşında. Başındaki kirli şapkanın altından sıkışık kapı aralığından dışarı fırlamaya
çalışan haylaz bir çocuğu andıran saçları görünüyor. Güneş yanığı desenlerle
dolu yeşil parkasının altından giydiği boğazlı borda kazak da iyice eskimiş. Etrafa
saçılan boyaları, süngerleri, fırçaları büyük bir özenle boya sandığının
gözlerine dolduruyor. Kim bilir onu evde kimler bekliyordur? Onun nasıl bir
yaşam öyküsü olduğunu kim bilebilir? Adamın yaşam öyküsüne odaklanmışken uzaklardan
bir yerlerden tiz bir ses: Eskiler,
alıyorum. Eskici geldiii. Şehrin sessizliğine paslı bir hançer gibi
saplanan ve insanları çocukluklarının masal bahçelerine sürükleyen bu sesle
irkiliyorum. Karşı apartmanın çatısında üç beş güvercin var. Az sonra parlak
tüylü beyaz bir güvercin de onların yanına kondu. Hoş karşılanmamasından olacak
tekrar havalanıp havada küçük bir noktaya dönüştü. Çocukluğumda taklacı
güvercin besleyen biri olarak onları bir süre süzdüm, içlerinde taklacı
güvercin aradım. Ne yazık ki hepsi yabani güvercin dediğimiz cinstendi.
Eskimiş
eşyalar gibi, eskimiş anılara sığınan muhayyilem bugün nedense hep geçmişle
meşgul. Müberra’nın ve bahar çiçekleri
diye sevdiğim çocuklarımın hatırasıyla dolu bu ıssız evin dışına kendimi
atmazsam boğulacağım. Odanın içerisinde bir süre amaçsızca dolaştım ve televizyon
sehpasının yanında duran küçük dolaba yöneldim.
Orada geçmişin tanığı fotoğrafları, mektupları, okuduğum kitaplardan
aldığım notları saklıyorum. Yıllar var ki açmaya cesaret edemediğim bu ahşap
dolabın kapısını araladım. Fotoğraflar, kahverengi bir kadife kutunun içerisine
intizamla yerleştirilmiş. Ellerim titriyor, buğulu bakışlarımda bir tedirginlik
var. Fotoğraflara bakmaya cesaretim yok.
Sarı bir zarf içerisine istiflediğim mektuplara bir göz atsam mı acaba?
Ağzı bantlı sarı zarfı ürkek bir tavırla açtım. Garip bir kağıt kokusu… Yer yer
silinmiş satırlardan oluşan mektuplardan birini elime aldım. Bu Müberra’nın ben
üniversite 1. sınıftayken yazdığı mektuplardan biriydi. O anları tekrar yaşayıp
kucak dolusu hüznün yanında belki bir avuç mutluluk bulurum düşüncesiyle
mektubu okumaya başladım.
Sevgili Müfit,
Gideli henüz birkaç ay oldu ama
gidişinin üzerinden yıllar geçmiş gibi bir hasretle yüklenmişim. Gırtlağımda
sanki demirden bir yığın var. Bu şehir, bu insanlar, çok sevdiğim şarkılar
artık beni avutmuyor. Bugün çıkıp biraz dolaşayım, dedim. Önce İstiklal Çay
Bahçesi’ne uğradım, masamız bomboştu. Bizim şarkımız çalıyordu ya da bana öyle
geliyordu. Hafiften bir yağmur çiseliyordu ve uykudaydı sanki tüm şehir.
Sararmış ağaçlar arsında seni aradım bir müddet. Anlamsızdı tüm arayışlarım,
çırpınışlarım, susuşlarım. Baktığım banklarda buruk bakışla uzaklara dalmış
genç sevgililer vardı. Mevsim sonbahardı ve solmuş güllerle süslüydü
servilikler. Bir hüzün yumağı içinde kendimi bulmuştum. Şehir, siyah beyaz bir
fotoğrafa dönüşürken deniz mavisi gözlerin belirdi ufuklarda. Ufuklar kadar
engindin sen ve ben çöllerde susuz kalmış birinden farksızdım.
Sana susadım Müfit! Susuzluğumu
silik hayalinle dindirmeye çalışıyorum. Her akşam pencere önüne çıkıp yoldan geçenleri izliyorum. Sevgililer
geçiyor kol kola. Uzaklardan bir yerlerden duygusal bir şarkı duyuluyor ve beni
benden alıp çok uzaklara götürüyor.
Sayfalarca
uzayıp giden mektubu daha fazla okuyamadım. Her satırında özlem, sevgi ve
bağlılık olan mektubu televizyonun üzerine bıraktım. Saat de epey
ilerlemişti. Şimdi dışarı çıkıp karanlıklara karışmanın tam zamanı. Galiba
kendimi kendimden kaçırmak istiyordum. Dilimde gençliğimden kalan duygusal bir
şarkı: Bana seni hatırlatır bu şehrin geceleri.
Doktor
olmanın en kötü yanlarından biri de hayata tutunmak isteyenlerin hayattan
kopmalarını bazen engelleyememektir. Beyin kanaması teşhisiyle hastanemize
yatan ve yaşam mücadelesine ancak on beş gün dayanabilen Müfit Erkoç’tan geriye
kalan bu küçük defter, elime nasıl geçti
hatırlamıyorum. Sararmış sayfalarına koca bir ömür sığdırılan bu küçük defteri
soluksuz okumuştum. Büyük bir aşkın ve
mutluluğun faciayla sonlandığı garip bir hayat hikayesi… Cuma namazında fenalaşan ve oradaki cemaat tarafından
hastaneye kaldırılan Müfit Erkoç, geçen hafta toprağa verildi. Sessiz bir
vedaydı onunkisi. Yanında kimsecikler yoktu ebedi âlem yolculuğunda. Koca bir
ömürdense geriye kalan küçük bir defterdi.
Müfit
Erkoç’tan yadigâr kalan defteri elime alıp hastanenin dar ve karanlık koridorunda ilerlerken içimden “Güle güle Müfit Erkoç, güle güle… “
diyordum.
Yorumlar
Yorum Gönder